Türk Dil Kurumu (TDK), Türkçenin geleceği ve kültürel mirası koruma adına önemli adımlar atıyor. Dilin evrimini, yeni teknolojik kavramlarla entegrasyonunu ve Türk dünyasında ortak bir alfabe oluşturulması gibi projeleri ön planda tutan TDK, Türkçenin ulusal ve uluslararası düzeydeki yerini pekiştirmeyi amaçlıyor.
Son yıllarda Türkçenin korunması ve geliştirilmesi, dilin geleceği üzerine yapılan tartışmaların artan önemi, Türk Dil Kurumunun çalışmalarını daha fazla gündeme getiriyor. Bu bağlamda, Türk Dil Kurumu Başkanı Prof. Dr. Osman Mert ile Türkçenin mevcut durumu, karşılaştığı zorlukları ve gelecekteki yönelimleri, Türk dünyasında ortak bir alfabe oluşturulması hakkında kapsamlı bir söyleşi gerçekleştirdik.
Öncelikle kendinizi tanıtabilir misiniz?
Ben Prof. Dr. Osman Mert. Türk Dil Kurumu Başkanıyım. Mersin'in Erdemli ilçesinde doğdum, ilk ve orta öğrenimimi burada tamamladım. 1994 yılında Atatürk Üniversitesi Kâzım Karabekir Eğitim Fakültesi Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi Bölümünden mezun oldum ve aynı yıl, aynı bölümde araştırma görevlisi olarak akademik kariyerime başladım. 1996 yılında yüksek lisansımı, 2002 yılında ise doktoramı tamamladım. Akademik çalışmalarımda Türk dili tarihi, yazıt bilimi ve kavram geliştirme yöntemleri üzerine yoğunlaştım. Moğolistan Millî Üniversitesinde Türkoloji Bölümünde görev alarak Türk dili araştırmalarımı sürdürdüm ve Moğolca eğitimi aldım. 2023 yılında Türk Dil Kurumu Başkanlığı görevine atandım. Türkçenin korunması, geliştirilmesi ve gelecek nesillere aktarılması için çalışmalar yürütüyorum. Ayrıca, Türk dünyasında ortak alfabe çalışmaları ve dil politikaları üzerine projeler geliştiriyoruz.
Son yıllarda Türkçeye giren kelimeler konusunda TDK’nin tavrı ne yönde ve yeni teknolojik kavramlara yaklaşımınız nedir? Bu kelimelere Türkçe karşılık üretirken nelere dikkat ediyorsunuz?
Türkçede kelime türetme konusu gramer kitaplarında “türetme yolları” başlığı altında incelenir ama bu yeterli değildir. Biz bunu “kavram işaretleme metodları” olarak adlandırıyoruz. Türkçede bu işaretleme yöntemlerinden 30’un üzerinde bulunur. Bu kurallar çerçevesinde kelime üretirseniz, toplumda kabul görme ihtimali yüksektir; kurallara aykırı üretirseniz genellikle tutmaz. Ancak bu her zaman böyle olmaz; örneğin “ilginç” kelimesinde olduğu gibi. “İlgimek” diye bir kök yoktur ama kelime tutmuş ve benimsenmiştir. Böyle istisnalar var elbette. Bir dönem, özellikle 1970’li yıllarda Türk Dil Kurumu çok eleştirildi, “uydurma kelimeler” üretmekle suçlandı. Fakat burada şunu hatırlamak gerekiyor: Dilin kendisi zaten bir uydurmadır. Mühim olan, bu uydurmaların toplumun ortak uzlaşısıyla kabul görebilecek nitelikte olmasıdır. Örneğin cep telefonu da bir uydurmadır ama tutmuştur. Moğollar, “gar utas” der; “gar” el, “utas” ise telefon anlamına gelir. Yani “el telefonu”. Biz ise “cep telefonu” dedik ve bu ifade benimsendi. Aynı şekilde buzdolabı, çamaşır makinesi, saç kurutma makinesi, bulaşık makinesi, bilgisayar gibi kelimeler de tutmuştur. Fakat günümüzde, örneğin “air fryer” gibi yeni bir ürünle karşılaşıyoruz. Bugün neredeyse herkesin evinde bulunmasına rağmen bu kavramın hala yerleşmiş bir Türkçe karşılığı yok. Eğer zamanında Türkçeyi koruma kanunu yürürlükte olsaydı ve bu kanun, Türkiye'ye ilk kez ithal edilecek ürünlerin isimlerinin Türkçeleştirilmesini zorunlu kılsaydı; yani ürünle birlikte Türkçe karşılığı da giriş yapsaydı, bugün “air fryer” yerine halk arasında çoktan yerleşmiş bir Türkçe karşılık kullanıyor olabilirdik. Ancak şunu da belirtmek isterim: Dili asıl koruyan unsurlar insanlardır. Kanunla dil korunamaz ama bazı durumlarda yasal düzenlemeler gerekir. Örneğin tabelalar için yasal düzenlemelere ihtiyaç vardır. Bugün asıl mesele şudur: Bilgiyi üreten bir toplum musunuz, yoksa sadece tüketen mi? Ya da hem üreten hem tüketen misiniz? Eğer yalnızca tüketenseniz, diliniz de zamanla bilgiyi üreten dillerin etkisi altına girer.
Dilde yabancı kelimelerin artışı kültürel açıdan bir tehdit oluşturur mu? Her yabancı kelime kültürel bir kayıp mıdır?
Bugünün dünyasında, uluslararası ürünlerin dili genellikle İngilizcedir. Türkiye’nin yurt dışına sattığı ürünlerin üzerinde “on/off” yazarken, aynı ürün Türkiye’de satıldığında “aç/kapa” şeklinde Türkçe karşılık kullanılır. Bu cihazların kendisi değil, çevresinde oluşan kültür, yazılımlar ve kavramlar da hep yabancı dille gelir. Bununla birlikte her yabancı kelime mutlaka bir tehlike taşır diyemeyiz. Burada ayrım yapmak gerekir: Size gelen kelime evrensel bir nesneye mi ait, yoksa kültürel bir içeriğe mi? Evrensel olanlar, örneğin Yunancadan gelen “masa” gibi, dili zenginleştirir ama kültürel olanlar risklidir. Örneğin, gençlerin “kuzen” kelimesini tercih etmesi aslında farkında olmadan 8 farklı akrabalık terimini kullanım dışı bırakıyor. Dil milliyetçiliği yaparken bir yandan da bu akrabalık kültürünü yitirdiğimizi fark etmiyoruz. Bu çok önemli bir gösterge. Çünkü bir dilde, bir kavram alanına ait kelime sayısı ne kadar fazlaysa, o kavram o kültürde o kadar önemlidir. Bizim kültürümüzde akrabalık önemliydi, adlandırmaları çok zengindi. Şimdi şehirleşmeyle birlikte bu zenginlik azalmaya başladı. Bugün köylerde yaşayan nüfus yüzde 6,06’ya kadar düşmüş durumda. Bu doğal bir dönüşüm olabilir ama burada önemli olan, toplumsal farkındalık düzeyini artırmaktır. Mesela ben “kuzen” kelimesini kullanmam; benim neslim de kullanmaz. Çünkü bu kelime bizim için anlam belirsizliği içeriyor. “Kuzenimin düğününe gittim” denildiğinde ben bu kişinin amca kızı mı, dayı oğlu mu, teyze kızı mı olduğunu bilemem ama gençler için yeterli olabiliyor. Bu da toplumun dönüşümünü gösteriyor. Ancak farkındalık yaratmak şart. Bu da büyük ölçüde Milli Eğitim Bakanlığının işi. Biz bir eğitim kurumu değiliz, ama bakanlığa destek veririz. Vaktimiz oldukça konferanslar veririz ama bu konferanslarla ulaştığımız kişi sayısı en fazla 300’dür. Oysa toplum 85 milyon. Asıl fark ise ancak geniş çaplı bir eğitim ve bilinçlendirme süreciyle mümkün olabilir.
Akademik geçmişiniz ve araştırmalarınız ışığında sizce Türkçenin karşılaştığı en büyük tehlike nedir?
Bu bölgelere göre farklılık arz eder çünkü bizi dışarıdan etkileyen pek çok faktör var. Önce şunu kabul edelim; ileri kültürler ve ileri medeniyetler, daima geri kalmış medeniyetleri ve onların dillerini etkiler. Bunu farklı seviyelerde, bir havuz gibi düşünebilirsiniz; kelime düzeyinde sürekli yukarıdan aşağıya doğru bir akış olur. Bundan kaçamazsınız. Mesela “air fryer” kelimesi geldi mi? Geldi. Çünkü siz üretmediniz, adıyla birlikte geldi. Orada tedbir alınabilir, alınmalıdır da. Bölgesel riskler var. Mesela biz Balkan Savaşları sonrasında Balkanlardan çıktık. Balkanlarda yönetici dili olan Türkçe, yönetilen dili hâline geldi. Türkçe, Balkanlarda yönetilen dili hâline gelince ikinci dil pozisyonuna düştü. İkinci dil pozisyonuna düşünce söz dizimi bozuldu. Söz dizimi bozulan bir dil, ölme sürecine girmiştir. Yani bu, özne-tümleç-yüklem sırası bozulursa olur. Çünkü bir dilde en önemli kavram söz dizimidir, iskeletidir. Yani söz dizimi, dilden hareketle anlaşılabilir, anlatılabilir bir konu değildir. Hepimiz ana dilimizin söz dizimine göre anlar, konuşur, düşünürüz. Mesela İngilizceniz çok ileri düzeyde değilse ve size basit bir İngilizce cümle verirsem sırasıyla şunları yapacaksınız: Önce özneyi tercüme edeceksiniz, yanındaki yüklemi bırakacaksınız. Sonra tümleçleri tercüme edip yanındaki yükleme bağlayacaksınız. Siz ne yaptınız? Türkçenin söz dizimi sırasını takip ettiniz. Bir İngiliz o cümleyi öyle mi anlıyor? Hayır. Özne-yüklem-tümleç şeklinde okuyor ve anlıyor ama siz anlayamıyorsunuz. Siz ne yapıyorsunuz? Tümleci yükleme getiriyorsunuz. Yani ana dilinizin söz dizimi, beyninizi esir alıyor. İkinci dil öğrenirken önünüzdeki en büyük engel de budur. Duvardır. Kelime öğretimi bütün dünya dillerinde aşağı yukarı aynıdır ama söz dizimi önünüzde duvardır. Ancak siz Moğolca, Japonca öğreniyorsanız önünüzü açar. Kolaylık sağlar. Onun için söz diziminin bir beyin tarafı vardır. En önemli kısım da odur. Yani söz dizimi bozulursa dil ölme sürecine girer. Ama şöyle bir gelişme yaşandı: 1995 sonrası, Sovyetlerin yıkılmasıyla birlikte Balkanlar’da Türkiye ile olan ticari ve kültürel etkileşim arttı. Bunun sonucunda, Türkçe Balkanlar’da yeniden yayılmaya başladı; Türkler ya da Türkçe konuşanlar arasında tekrar gündeme geldi. Televizyonların yaygınlaşması, Türkiye’ye eğitim amaçlı Balkanlardan çok öğrenci gelmesiyle şu an ölme riskini ortadan kaldırdı. Bahsettiğiniz durum bölgesel farklılıktır. Türkiye için böyle bir risk yoktur. Bunun gerçekleşmesi için önce Türkçenin Türkiye’de ikinci dil konumuna gelmesi gerekir ki, böyle bir ihtimal yoktur. Ama bölgesel örnekler üzerinden konuşabiliriz; Avrupa’daki Türkçeden örnek verelim. Bugün Avrupa’daki üçüncü neslimizin bir kısmı artık Türkçe bilmiyor. Adı ve soyadı Türkçe, ama dili bilmiyor. Oysa dünyayı dilinizle ve kültürünüzle algılarsınız. Şu an ben C1–C2 düzeyinde Hintçe öğreneyim, ineği gördüğümde hiçbir şey hissetmem. Çünkü bu algı 0–6 yaş arasında şekillenir, sonrası yamadır, gelişmedir. Sizin için bayrak çok önemlidir çünkü bin yıldır bu bayrak için şehit veriyorsunuz. Ama başka bir dilde önemli olmayabilir. Bedel ödemeyen bir millet için önemli değildir. Nesne aynı, kültür farklı. Yani biz dilimizle algılarız. Avrupa’da yaşayan bir Türk, Türkçe bilmiyorsa olay bitmiştir. Kendisini Türk olarak tanımlamasının hiçbir anlamı yoktur. Çünkü o kişinin ana dili Almancaysa ve günlük hayatında Almanca konuşuyorsa dünyayı bir Alman gibi algılar. Adının ve soyadının Türkçe olması, babasının genini taşıması hiçbir anlam ifade etmez. Biyolojik bağ, dilin akarımı için asla yeterli değildir. Sizin torunlarınız Türk olmayabilir. Size benzeyebilir ama o aktarımı yapamazsanız, Türk olmayabilir. Yani asıl ölçüt dildir. Günlük hayatta hangi dili konuşuyorsanız ve onu birinci dil hâline getirdiyseniz, kendinizi nasıl tanımlarsanız tanımlayın, çocukluktan itibaren aslında siz osunuz.
Dil ve kültür arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz? Bugünün gençliği bu anlamda ne durumda ve geleceğe dair endişeleriniz var mı?
Bugün teknik olarak Erzurum’daki Çifte Minareli Medrese’yi taklit edebilirsiniz; benzerini yapabilirsiniz. Ancak onu üretmeniz, yani aynı ruhla ve kültürel derinlikle ortaya koymanız mümkün değildir. Çünkü o yapıdaki her sütunda farklı bir motif bulunur ve her birinde ayrı bir estetik kaygı, bilgi birikimi, anlam ve ruh yatar. Bu sadece mimari değil; aynı zamanda bir kültür ve medeniyetin yansımasıdır. Günümüzde ise ne yazık ki mimarımız da, toplumumuz da bu derin kültürel altyapıdan büyük ölçüde uzaklaşmış durumda. O birikimi, o inceliği kaybettik. Ancak bu karamsarlık değil; çünkü bugünün neslinde de o dönemde olmayan meziyetler, kabiliyetler ve potansiyeller var. Her dönem kendi içinde birikim taşır ve yeni değerler üretir. Mesele bu süreci geçmişle bağını koparmadan sürdürebilmektedir. Kültürü koruyarak, özü kaybetmeden dönüşmek ve gelişmek çok kıymetlidir. Burada asıl sorulması gereken soru şudur: 500 yıl sonra Türkçe var olacak mı? Türk kimliği, Türk kültürü o gelecekte hâlâ yerini koruyor olacak mı? Bugünkü gidişat ile ve bilinçli politikalarla ilerlersek, neden olmasın. Ancak altını özellikle çizmek isterim ki, çocuklarda ve gençlerde dil ve kültür bilincini geliştirmek zorundayız. Bu da rastlantıya bırakılamaz; sistemli, ısrarlı ve uzun vadeli eğitim politikalarıyla mümkün olabilir. Dil sadece bir iletişim aracı değil; bir milletin hafızasıdır. Onu korumak, geleceği korumaktır.
Ortak Türk alfabesi oluşturulması yönündeki çabalar hangi aşamada ve bu süreçte karşılaştığınız en büyük zorluklar neler?
Ortak bir Türk alfabesi oluşturma fikri kulağa çok ideal gelse de, uygulamada son derece çetrefilli ve hassas bir süreçtir. Öncelikle her ülkenin kendi dilindeki ses özellikleri farklılık gösterebiliyor. Dolayısıyla her harf, her ses üzerinde tüm ülkelerin mutabakata varması sanıldığı kadar kolay değil. Burada sadece dilsel ve teknik bir meseleyle değil; aynı zamanda tarihsel, politik ve kültürel katmanları olan bir konuyla karşı karşıyayız. Ayrıca bu süreç tamamen doğal bir evrimle değil; bilinçli müdahalelerle, planlamalarla yürütülüyor. Dolayısıyla uluslararası dengeler, diplomatik ilişkiler ve hatta zaman zaman dış müdahaleler bu süreci doğrudan etkileyebiliyor. “Var da var!” dediğimiz durum aslında tam da bu; bir alfabeden çok daha fazlasını konuşuyoruz. Bu kadar karmaşık bir zeminde yürümek elbette kolay değil. Bir yandan kendi ideallerinizi ve bilimsel beklentilerinizi korumaya çalışıyorsunuz; diğer yandan ise muhatap ülkelerin tarihsel hafızalarını, halklarının psikolojik ve sosyo-kültürel duyarlılıklarını gözetmek zorundasınız. Yeri geliyor geri adım atıyorsunuz, yeri geliyor sadece sabır göstererek süreci ilerletmeye çalışıyorsunuz. Ama yine de bu zorluklara rağmen bu çaba çok kıymetli. Çünkü ortak bir alfabe, ortak bir iletişim zemini yaratır. Bu da sadece dilde değil; kültürel işbirliğinde, bilimde, eğitimde ve teknolojik paylaşımda büyük kolaylık sağlar. Dolayısıyla bu ideali sürdürmek, sabırla ve anlayışla adım adım ilerlemek gerekiyor.
Prof. Dr. Osman Mert ile gerçekleştirdiğimiz bu söyleşi, dilin sadece bir iletişim aracı olmanın ötesinde, bir toplumun kültürünü ve kimliğini taşıyan çok önemli bir değer olduğunu bir kez daha gözler önüne serdi. Kendisi, Türkçenin korunması ve geliştirilmesi adına gösterdiği gayretlerle, dilin geleceğine ışık tutmaya devam ediyor. Prof. Dr. Mert’e, Türk diline kattığı değerler ve samimi paylaşımları için içtenlikle teşekkür ediyoruz.
Haber: Şeyma Turan
Fotoğraf: Enes Uzun
DÜNYA ŞAMPİYONU MÜCAHİT KULAK: “DURMAK YOK, RİNGE DEVAM”
Dünya şampiyonluğu, spor dalında en iyi olanın taşıdığı prestij ve ...
TARİHE TANIKLIK EDEN MÜZE ‘‘ULUCANLAR CEZAEVİ MÜZESİ’’
Ankara Merkez Kapalı Ceza ve Tutukevi (Ulucanlar Cezaevi), 1925 ve 2006 yılları ...
HAYVAN DOSTLARIMIZDA KAN PARAZİTİ HASTALIĞI
Her canlı dönem dönem sağlık sorunları yaşamaktadır. Bu sağlık sorunlarının ...
OSMANLI’DAN GÜNÜMÜZE SOSYAL YARDIMLAŞMA VE DAYANIŞMA
Osmanlı İmparatorluğu'nda sosyal yardımlaşma ve dayanışma kültürü, toplumun temel değerlerinden ...
KADINLARIN VAZGEÇİLMEZ GİYSİSİ: KIRAS-FİSTAN
Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ne ait birçok yerde yıllardır ...
İnsan ve diğer tüm canlıların hayatına devam edebilmesi için toprak ...
EN YÜKSEK SUÇ ORANI NEDEN AYDIN’DA?
Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), her yıl olduğu gibi bu yıl ...
Aydın deyince aklımıza ilk incir, incir deyince de aklımıza ilk ...
ESKİ BİR TÜRKMEN ENSTRÜMANIN YENİDEN DOĞUŞU: ERBANE
Eski çağlardan beri ritim ve müziğin vazgeçilmez bir enstrümanı olan ...
SIK RASTLANIP AZ BİLİNEN HASTALIK: KURDEŞEN
Vücudumuzda bir bölge kaşındığı zaman hafife alır, kaşıyıp geçmesini bekleriz. ...