Aydın Adnan Menderes Üniversitesi
İletişim Fakültesi / Gazetecilik Bölümü

Öğrenci Uygulama Haber Sitesi


OSMANLI’DAN GÜNÜMÜZE RECEP PARLAK’IN ANTİKA YOLCULUĞU

26.03.2025
Kültür Sanat

 

Balıkesir’in Sındırgı ilçesinde yaşayan Recep Parlak, Osmanlı Dönemi’ne ait eserleri toplayarak geçmişin izlerini günümüze taşıyor. Küçük yaşlarda antika merakıyla başlayan yolculuğunu yıllar içinde geniş bir koleksiyona dönüştüren Recep Parlak, dükkânında sergilediği eserlerle tarihe ışık tutuyor.

 

Recep Parlak’ın koleksiyonunda Osmanlı Dönemi’ne ait savaş aletleri, mutfak eşyaları, takılar, el işlemeleri ve çeşitli günlük kullanım objeleri yer alıyor. Her bir parça, dönemin yaşam tarzını ve kültürel dokusunu yansıtırken, aynı zamanda tarihî olaylara da ışık tutuyor. Koleksiyonundaki nadide eserler, yalnızca tarih meraklılarının değil, film ve dizi yapımcılarının da ilgisini çekiyor. Antikacılık mesleğini bir kültür aktarımı olarak gören Recep Parlak, Osmanlı’dan günümüze uzanan mirası koruma ve tanıtma konusunda kararlılıkla çalışmaya devam ediyor. Bu kararlı yolculuğu kendisinden dinledik.

 

Sizi biraz tanıyabilir miyiz? Antikacılığa olan ilginiz nasıl başladı ve bu yolculukta sizi en çok etkileyen şey ne oldu?

Ben Recep Parlak. Emekli bir devlet memuruyum. Emekli olduktan sonra komisyonculuk yaparken köyleri geziyordum. O sırada köylülerin depolarının köşesinde, sağında solunda atılmış, çürümeye yüz tutmuş eski tarım aletleri olduğunu fark ettim. Atalarımızın kullandığı tekne, yaba, dirgen, tekerlek gibi pek çok eşya vardı. İçimden, “Bunları nasıl kurtarırız, nasıl gün yüzüne çıkarırız?” diye düşündüm. Bunun üzerine eski bir ev tuttum ve topladığım eşyalarla burayı bir köy evi haline getirdim. Köy köy gezerek eski tarım aletlerinden mutfak gereçlerine, kıyafetlerden günlük kullanılan eşyalara kadar ne bulduysak topladık. Zamanla koleksiyonumuz büyüdü ve şu an yaklaşık 10-15 bin parça var. Burası sadece bir müze değil, insanların geçmişle bağ kurduğu, anılarını tazelediği bir yer oldu. Özellikle yaşlılar içeri girdiklerinde, “Ben bunu daha önce kullandım.” diyerek anılarını anlatıyor. Gençler ise dedelerinin, ninelerinin yaşamını daha iyi anlıyor. Burası artık sadece bir koleksiyoncu değil, Sındırgı’nın tanıtımında önemli rol üstlenen kültürel bir miras noktası haline geldi.

 

Antika toplama sürecinizde sizi en çok zorlayan şey ne oldu? Bu yolculukta unutamadığınız bir anınız var mı?

En çok zorlayan şey, insanların beni hurdacı sanmasıydı. O dönem antika kavramı pek bilinmiyordu, yeni yeni gündeme gelmeye başlamıştı. Ne yaptığımı tam olarak anlayamadılar. Örneğin, unutamadığım bir anım var: Bir gün hurdacının birinde, en altta kalmış eski bir kağnı arabası gördüm. Onu almak için arabayı Hükümet Konağının arkasına çektik. Üstünde naylonlar, eski hurda eşyalar vardı. Önce onları indirip kağnıyı çıkaracaktık. Tam o sırada annem geldi, durumu görünce, “Bu ne? Rezil oluyoruz insanlara karşı!” diye çıkıştı. Anneme alttaki kağnı arabasını göstereyim diye düşündüm. Onu görünce anladı ama başta ne yaptığımı kimse çözemiyordu. Zamanla işler değişti. Şimdi düğünlerde, Yörük şenliklerinde eski elbiseler, körüklü çizmeler, şapkalar gibi pek çok eşyayı benden buluyorlar. Koleksiyonumda yüzlerce etek, elbise var. Benim aslında satış yapmak gibi bir huyum yok, daha çok mal değiştiriyorum. Bir nevi alma hastalığım var diyebilirim. Asıl amacım bu kültürel mirası korumak ve geleceğe aktarmak.

 

Koleksiyonunuzda en çok dikkat çeken ve sizi hikâyesiyle derinden etkileyen parça hangisi oldu? Bu parçayı nasıl buldunuz?

En çok ilgi çeken parça Gördesli Makbule Efe’nin (Kurtuluş Savaşı’nda Kuvâ-yi Milliye çetelerinde görev yapmış kahraman bir Türk kadını) tüfeği. Bir de eşi Usturumcalı Halil Efe’nin toplu tabancası var. Şimdi elimize alınca tetiği bile zor çekiyoruz, o zamanlar nasıl savaşmışlar, insan hayret ediyor. Çanakkale Savaşı’ndan kalma dolma tüfekler, kılıçlar da var. Kimlerin elinden geçti, kaç kişiyi korudu, kaç kişiyi vurdu, bunları düşününce satmaya kıyamıyoruz. Makbule Efe’nin tüfeğine gelince… Onun hikâyesi bambaşka. Bu tüfek en son vurulduğu evde bulunmuş. Anlatılanlara göre, Makbule Efe’nin ellerine uzun geldiği için tüfeğin kundak kısmını dört-beş santim kestikleri söylenir. O evi hatırlayan yaşlı bir amca vardı, bana hikâyesini o anlattı. Adam 80 yaşındaydı, “Bana bir şey olursa tüfeği buradan çıkarıp götürmesinler, Sındırgı’da kalsın.” diye torunlarına vasiyet etmiş. Onun anlattıkları tüylerimi diken diken etmişti. O eve gelen Yunan askerleri Makbule Efe'nin izini sürerken, çatışma çıkmış. Ev halkı Makbule Efe’yi korumak için elinden geleni yapmış ama sonunda Makbule Efe oracıkta şehit düşmüş. O günlerden kalan tüfek, yıllarca o evde saklanmış. Adam vefat edince torunları tüfeği bana getirdi. O tüfeği elime aldığımda, sanki o günlerin izleri hâlâ üzerinde duruyordu. Onu aldığımda çok duygulanmıştım. O zaman iyi bir para verdim ama o tüfek parayla ölçülecek bir şey değil. Şimdi burada, Sındırgı’nın tarihine tanıklık eden bir hatıra olarak saklıyoruz. İnsanlar gelip gördüğünde, o dönemin ruhunu hissedebiliyor.

 

Koleksiyonunuzu oluştururken hangi kriterlere dikkat ediyorsunuz? Bir parçanın özgünlüğünü nasıl değerlendiriyorsunuz?

Koleksiyon yaparken en çok dikkat ettiğim şey üretimi olmayan parçalar. Eğer hâlâ üretiliyorsa, o antika değildir. Antika denilen şey, üzerinden en az bir asır geçmesiyle değer kazanır. Örneğin, halı dokumalarında antika diye getirilen bazı parçalar var, ama hâlâ dokunuyorsa, o antika sayılmaz. Bir de Osmanlı yazıları benim için çok kıymetli. “Niye?” dersen, her çanakta, her tabakta bir yazı var: “Ahmet Ağa’nın malı.”, “Bilmem kimin hayratıdır.” gibi. İşte o yazılar parçaya ayrı bir kimlik katıyor. Normalde kullanılan bakır çanak, günlük bir eşya olabilir ama üstünde böyle bir yazı varsa, işte o zaman o çanak gerçekten antika oluyor. Bir de yanlış anlaşılmalar var. Örneğin, insanlar dedelerinden kalma bir cep saatini getiriyor, yüklü paralar istiyorlar. Ama çoğu tren yolu saatleri, yani seri üretim parçalar. Asıl antika olan şey, özel yapım olan, hikâyesi olan, bir asırı aşmış parçalar. İşte onları bulduğumda gerçekten heyecanlanıyorum.

 

Osmanlı Dönemi’ne ait eşyaların bugünkü topluma ne gibi mesajlar verdiğini düşünüyorsunuz?

Mesela tombak nedir, biliyor musun? Bakırın üzerine altın kaplama yapılan bir işçilik ama bunu yapanlar genelde ölüm mahkûmlarıymış. İşin ilginci, bu işi yapan fazla yaşamazmış. Elinize aldığınızda, o altın işlemelerin altında yatan hikâyeyi hissediyorsunuz. Bir de Yörük analarının yaptığı ekin çuvalları var. Çadırda yaşarken bile kök boyayla, yün iplikle ilmek ilmek işlemişler. Bugün o çuvalların değeri paha biçilemez. Tavuğun kaval kemiğinden tığ yapanı da gördüm, yokluktan varlık yaratmışlar. Şimdi her şeyi naylon çuvallara koyuyoruz  ama o çuvalları görünce insanın aklı kalıyor. Bırak içine ne koyduğunu, çuvalın kendisi başlı başına bir sanat eseri.

 

Bu antika eşyaları korumak ve geleceğe taşımak için sizin önerileriniz nelerdir?

En büyük önerim bir kent müzesi kurulması. Şu an elimde Makbule Efe’nin tüfeği gibi çok değerli parçalar var, ele geçmez ama böyle bir müze olursa, bu eşyalar geleceğe taşınır. Altına ne olduğunu yazarsın, gelen okur, öğrenir. Şu anda ne yapıyoruz? Bazen paraya ihtiyaç oluyor, satıyoruz ya da değiştiriyoruz. İşin sonu yok ama bir müze kurulsa, tarım aletlerinden giysilere kadar her şey korunur. Bunlar bir müzede sergilense, gelecek nesil bunları görüp anlayabilir. Antik Osmanlı Çarşısına gelenler hayran kalıyor ama burası sonuçta bir dükkân. Belediyeden destek gelse, bir kent müzesi kurulsa, elimdeki birçok malzemeyi hiç düşünmeden oraya koyarım. Çünkü bunlar bizim kültürümüzün, tarihimizin mirası.

 

Antikacı olarak çalışmanın sizi kişisel anlamda en çok tatmin eden yanı nedir?

Antikacı olarak biraz popüler oluyorsun. Türkiye’de beni tanımayan pek kalmadı. Yurt dışından bile ne lazımsa beni buluyorlar. Mesela bir gün biri köyde gaz lambası arıyordu, köylüler, “Recep’te vardır.” demiş. Gerçekten de 100 yıllık, içinde hâlâ gazı duran lambayı buldum. Bana, “Aspirin gibidir, her derde deva!” derler. Ne ararsan bende mevcut. Ama sadece mal satmak değil, insanlarla paylaşmak da keyif veriyor. Çok paracı değilim, sık sık hediye de ederim. Dükkânıma gelen çayını, kahvesini içer, sohbet ederiz. En büyük hayalim buranın belediyeye kalması. Benden sonra kimse yok, gidersem olay biter. Belediyeye kalırsa, bu binlerce eşya korunur ve hikâyeleri yaşamaya devam eder.

 

Osmanlı Dönemi’ne ait eşyaları toplamak ve sergilemek dışında başka projeleriniz var mı?

Tabii ki var. Örneğin, eskiden kullanılan küpler, testiler kırıldığında genelde çöpe atılır. Ben ise bunları topluyorum. Diyelim ki bir küp beş parçaya bölünmüş, bir parçası eksik olsa bile onu tamamlayıp yeniden bir araya getiriyorum. Bu eski eşyaları iç dekorasyonda kullanıyorum, harika bir atmosfer yaratıyor. Bir de eski kilimlerle ilgileniyorum. Güve yemiş, fare kemirmiş kilimleri temizleyip yıkıyorum. Sağlam kısımlarını alıp testilerde değerlendiriyorum. O parçaları kullanarak çok özel dekoratif ürünler yapıyorum. Özellikle Yörük kilimlerinden kadın çantaları imal etmeye başladık. Sahillerde falan görürsünüz; ön yüzü eski kilimden yapılmış, her biri benzersiz çantalar bunlar. Tamirat işini de ayrı seviyorum. Eski bir eşyayı onarıp tekrar hayata döndürmek beni çok mutlu ediyor. Yani sadece toplamakla kalmıyorum, geçmişin izlerini taşıyan bu eşyaları günümüze taşımak için yaratıcı projeler geliştiriyorum.

 

Koleksiyonunuzdaki giysilerin hikâyesi nedir? Onları nasıl buluyorsunuz?

O giysilerin her birinin ayrı bir hikâyesi var. Her köyde eski teneke sandıklar vardır, bilirsiniz. Çoluğu çocuğu büyük şehirlere gitmiş, anne baba vefat etmiş, köye döndüklerinde o sandıkları çöpe atacaklar. Birisi diyor ki, “Yahu bunu Recep’e götürelim, belki alır.” İşte o sandıklardan annelerin gelinlikleri, elbiseleri çıkıyor. Çoğu insan eskiyi çöp gibi görüyor. Naylon bir çanakla takas edenler bile oluyor. Hâlbuki o giysilerde inanılmaz bir emek var. Örneğin Yörük etekleri, boncuk işlemeli, arka tarafı ayrı güzel işlenmiş. Bunların değerini bilmek lazım. Biz de böyle kıymetli şeyleri bulup korumaya çalışıyoruz.

 

Koleksiyonunuzdaki eşyalar sadece sergilenmekle kalmıyor, aynı zamanda film ve dizi projelerine de katkı sağlıyor. Bu süreç nasıl gelişti? Hangi yapımlara malzeme verdiniz?

Evet, eşyalarımız birçok projede yer aldı. Mesela en son TRT 1’de yayınlanan “Mehmet: Fatihler Sultanı” dizisi için malzeme gönderdik. Yaz başında film yönetmeni ve malzeme şefi geldi. “Recep Ağabey, şu malzemeler lazım.” dediler. Baktım, ne arıyorlarsa bizde var. Yeniçerilerin kazan kaldırma sahnesi için 5 tane kazan buradan gitti. İbrikler, bakır çanaklar, çömlekler, körük, tekne… Hatta yaba, dirgen gibi aletler arıyorlarmış. Onlar da bizden gitti. Filmde bunları görünce insan gurur duyuyor. Bu sadece Mehmet: Fatihler Sultanı ile sınırlı değil. Daha önce “Diriliş Ertuğrul” ve “Kuruluş Osman” gibi yapımlara da eşyalar verdik. O dönemin atmosferini yansıtmak için ne lazımsa buradan temin ettiler. Tarihi dokuyu yansıtmak için eski eşyaların kullanılması bence çok kıymetli. Biz de elimizden geleni yapıyoruz.

 

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

En büyük isteğim, bu işi yapanlara sahip çıkılması ve destek olunması. Örneğin, burada bir raf düzenimiz olsa, eşyalar daha güzel sergilenir, gelenler de rahatça inceleyebilir ama şu an her şey üst üste, yerimiz dar geliyor. Bazen o kadar çok malzeme birikiyor ki düzgünce sergileyemiyoruz bile. Kaymakamlık, belediye gibi kurumlardan maddi olmasa bile manevi destek bekliyoruz. En azından temizlik ve düzenleme konusunda bir yardım eli uzatılsa çok şey değişir. Burada binlerce eşya var; her biri Osmanlı’dan, Yörüklerden, köylerden kalma, hepsinin bir hikâyesi var ama tek başıma her şeye yetişmek zor oluyor. Eğer biraz ilgi gösterilirse, biz de elimizden geldiğince bu kültürel mirası geleceğe taşır, gençlere anlatırız. Çünkü bunlar bizim geçmişimiz, köklerimiz. Destek olunduğu takdirde, bu eşyalar sadece tozlu raflarda kalmaz, gelecek nesillere de birer kültürel miras olarak aktarılır.

 

Recep Parlak’a, Osmanlı Dönemi’ne ait eserleri günümüze taşıdığı ve kültürel mirası koruma konusundaki çabalarını paylaştığı için teşekkür eder, bu değerli mirası gelecek nesillere aktarma yolunda başarılar dileriz.

 

Haber: Ömer Faruk Yalçın

 

EN ÇOK OKUNANLAR

DÜNYA ŞAMPİYONU MÜCAHİT KULAK: “DURMAK YOK, RİNGE DEVAM”

  Dünya şampiyonluğu, spor dalında en iyi olanın taşıdığı prestij ve ...

TARİHE TANIKLIK EDEN MÜZE ‘‘ULUCANLAR CEZAEVİ MÜZESİ’’

Ankara Merkez Kapalı Ceza ve Tutukevi (Ulucanlar Cezaevi), 1925 ve 2006 yılları ...

HAYVAN DOSTLARIMIZDA KAN PARAZİTİ HASTALIĞI

  Her canlı dönem dönem sağlık sorunları yaşamaktadır. Bu sağlık sorunlarının ...

OSMANLI’DAN GÜNÜMÜZE SOSYAL YARDIMLAŞMA VE DAYANIŞMA

  Osmanlı İmparatorluğu'nda sosyal yardımlaşma ve dayanışma kültürü, toplumun temel değerlerinden ...

TOPRAĞIN BİLİMİ PEDOLOJİ

  İnsan ve diğer tüm canlıların hayatına devam edebilmesi için toprak ...

KADINLARIN VAZGEÇİLMEZ GİYSİSİ: KIRAS-FİSTAN

  Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ne ait birçok yerde yıllardır ...

SIK RASTLANIP AZ BİLİNEN HASTALIK: KURDEŞEN

  Vücudumuzda bir bölge kaşındığı zaman hafife alır, kaşıyıp geçmesini bekleriz. ...

İNCİR BİR MEYVE Mİ ÇİÇEK Mİ?

  Aydın deyince aklımıza ilk incir, incir deyince de aklımıza ilk ...

HAMAMÖNÜ EVLERİ

Türkiye’nin birçok şehrinde birbirinden güzel evler bulunmaktadır. Peki ya Ankara’nın ...

DÜNDEN BUGÜNE: URLA SANAT SOKAĞI

  Asıl adı Zafer Caddesi olan sokak, 2010 yılından sonra bir ...

Aydın Adnan Menderes Üniversitesi
İletişim Fakültesi / Gazetecilik Bölümü

Öğrenci Uygulama Haber Sitesi
+90 256 218 20 00