Aydın Adnan Menderes Üniversitesi
İletişim Fakültesi / Gazetecilik Bölümü

Öğrenci Uygulama Haber Sitesi


MİZAHIN USTASI FEYYAZ YİĞİT: GÜLDÜRÜRKEN DÜŞÜNDÜRMEK

25.05.2025
Kültür Sanat

 

Türk televizyonunun en sevilen komedyenlerinden Feyyaz Yiğit, hem ekranlarda hem de sahnede sergilediği performanslarla izleyicilerini güldürmeye devam ediyor. Gündelik yaşamın sıradan anlarını mizahî bir dille ne kadar ustaca dönüştürdüğünü ve sahne arkasındaki gerçekleri bizimle paylaştı. Kariyer yolculuğunda, yalnızca başarılı bir komedyen olmanın ötesinde, eğlence dünyasında kendine nasıl bir yer edindiğini de samimiyetle anlattı.

 

Gülmek, bazen en ciddi meseleleri bile hafifletmenin bir yoludur. Feyyaz Yiğit ise bu gerçeği yıllar önce fark etmiş ve mizahı hayatının merkezine yerleştirmiş bir isim. Onu ekranlardan tanıyoruz; sivri dili, alışılmadık bakış açıları ve zaman zaman sınırları zorlayan esprileriyle kimi zaman kahkahaya boğuyor, kimi zaman düşündürüyor. Ama ekranın bu tarafında gördüğümüz Feyyaz Yiğit, aslında oldukça derin bir karakterin ürünü. Senaristlikten oyunculuğa, stand-up’tan sinema projelerine kadar geniş bir yelpazede üretmeye devam eden Feyyaz Yiğit ile kariyerinin dönüm noktalarından ve hayatla kurduğu mizahî ilişkisinden bahsettik. Söyleşi boyunca, onu yalnızca güldüren biri olarak değil, aynı zamanda gözlem gücü yüksek ve hayatı dikkatle analiz eden bir anlatıcı olarak da tanıma fırsatı bulduk.

 

Feyyaz Yiğit kimdir? Bize biraz kendinizden bahseder misiniz?

Ben Bolu'da doğdum ama köken olarak Düzce’ye bağlıyım. Düzce gibi küçük yerlerde büyümek, insanın dünyaya bakışını şekillendiriyor. Büyük şehirlerdeki o kalabalık, karmaşık hayat yoktu. Sokağa çıktığında aynı yüzleri görüyorsun, aynı dükkanlardan geçiyorsun, aynı sesler... Bir noktadan sonra dış dünya sessizleşiyor ve sen iç sesinle baş başa kalıyorsun. Bende o iç ses hiç susmadı. Çocukken çok sosyal biri değildim. Genelde kendi başıma kalmayı tercih ederdim. Saatlerce boş bir kağıda bakıp bir şeyler çizerdim. Konuşamadığım ya da ifade edemediğim duyguları çizgilerle, bazen de kelimelerle dışa vuruyordum. Hayal gücüm fazlaydı ama bunu paylaşacak bir alan pek yoktu. O yüzden erken yaşta “anlaşılmamayı” da öğrendim. İnsanların garip baktığı, ama zamanla “bu çocukta bir şey var” dediği bir tiptim. Ankara Güzel Sanatlar Lisesine gitmem, içimdeki yaratıcı enerjiyi yönlendirmek açısından önemli bir adımdı. İlk defa benim gibi düşünen insanlarla karşılaştım. Ama o ortamda bile biraz ayrıksı kaldım. Çünkü ben sadece çizmiyor, aynı zamanda hikâyeler kuruyordum. O dönem bir şey fark ettim: “Görüntünün yetmediği yerde kelimeye ihtiyaç duyuyorum.” Bazen bir resme uzun uzun bakarken, onun aslında anlatamadığı bir cümle dolaşıyordu kafamda. Yazmaya başladım.

Hacettepe Üniversitesinde Grafik Tasarım bölümü okudum. Tasarım eğitimi bana görsel düşünmeyi öğretti ama ben hep hikâyenin peşindeydim. Mizah dergilerine işler gönderdim, bir kısmı hiç geri dönmedi, bazıları “olmamış” diye reddedildi. Bu da bana erken yaşta reddedilmeye karşı bağışıklık kazandırdı. O dönem bir şey yazarsın, günlerce beklersin, sonra postayla geri gelir. Üstüne bir de kırmızı kalemle not düşülmüş olur: “Daha çok çalış.” O kırmızı kalemler moral bozmaz, aksine bir tür tetikleyici olurdu. Daha çok yazdım, daha çok düşündüm. Kolay anlaşılır biri olmadım. Hâlâ da değilim. Çünkü ben insanların alışık olduğu formlardan kaçıyorum. Mizahın çok tanımlanmış, hızlı tüketilen bir formu var ama benim mizahım biraz daha içsel, bazen garip, bazen durup düşündüren bir şey. Bir esprinin ardından “neden güldüm ben şimdi buna?” diye sorgulatan türden. Bu da beni hem daha niş bir yere koydu hem de daha sahici bir alana taşıdı. Bugün geldiğim noktada, o çocukluk yalnızlığının, o çizdiğim boş sayfaların ve bana “olmamış” denilen tüm dosyaların, beni ben yaptığını çok net görebiliyorum. O yüzden kim olduğumu anlatırken, sadece ne yaptığımı değil; ne yapamadığımı da, hangi boşluklarda dolandığımı da anlatmak zorundayım.

 

Kendinizi bir sanatçı olarak nasıl tanımlarsınız?

Ben bir hikâye anlatıcısı ve bir hatipim. Formatların hiçbiri  fark etmez; senaryo, oyunculuk, çizim, şiir… Her şeyin içinde hikâye var ve benim hikâyelerim, çoğu zaman kırık insanların hikâyeleri. Yani toplumun kenarında kalmış, konuşmayı beceremeyen ama içinde dünya dolusu şey taşıyan insanların. Sanat benim için bir ifade değil, bir mecburiyet. İçimdeki şeyleri dışarı çıkarmasam yaşayamam gibi geliyor. Gülmek de, ağlamak da bunun uzantısı. Benim için sahneye çıkmak, kamera önüne geçmek ya da boş bir word dosyasına bakmak aynı şey: Kendimi başka bir kılıkla anlatmak.

 

“Gibi” fikri nasıl ortaya çıktı?

Açık konuşayım, bu işin başı, sonu, planı yoktu. Bir gün menajerim aradı, “Dizi yapmak ister misin?” diye sordu. Kulağa güzel geliyor tabii ama ben öyle “dizi yazarı” gibi biri değilim. Hikâye anlatırım, evet, ama genelde kimseye uymayan, kendi kendine yürüyen hikâyeler anlatırım. Aziz Kedi bizim senaristimiz. Aziz’i aradım, “Ağebey, dizi yapar mıyız?” dedim. Cevabı da netti: “Yaparız.” Ne yapacağımızı bilmiyorduk. O sırada benim yıllar önce yazdığım, kimseye göstermediğim minicik hikâyeler vardı. Hani olur ya, bir şey yazarsın ama sonra “Bu da ne şimdi?” deyip klasöre atarsın. Üç tanesini gönderdim Aziz’e. Dedim ki, “Ağabey bak bunlara. Bir şey olur mu?” kendimden de emin değilim, hatta biraz utanarak gönderdim. Çünkü öyle büyük kurgular, olaylar yok. Biri, adamın biriyle konuşamaması üzerine, biri birinin hiçbir yere gitmemesiyle ilgili falan. Aziz beni şaşırttı: “Bunlar harika. Bunlardan müthiş bir dünya çıkar.” dedi. Aziz’le oturduk ve dedik ki, bu dizinin dünyası nasıl bir yer olacak? Gerçek mi olacak, absürt mü? İçinde mantık aranacak mı, aranmayacak mı? ama en sonunda şunu anladık: Bizim yapmak istediğimiz şey, mantıklı görünmese de hissedilir bir şey olsun. Duygusu otursun ve samimi olsun. Mizah yapalım ama insanların suratına bir maske gibi değil, bir dürüstlük gibi otursun.

İlk sezonu çok kısa sürede yazdık. Çünkü konuştuklarımız yazıya dökülmek için bekliyormuş gibiydi. O bölümleri yazarken çoğu zaman sonu nereye varacak, bilmiyorduk ama yazıyorduk. Çünkü gerçek hayatta da her şey planlı gitmiyor. O kontrolsüzlük, bize garip bir özgürlük verdi. Gibi’nin güzelliği şu oldu: Biz sahneleri yazarken sadece eğlenmiyorduk, kaydediyorduk. Her şey bir yerde notluydu. Mizah yapıyorsan da, bunu bilinçle yapman lazım çünkü bir şeyin kaydı varsa, bir gün dönüp ne yaptığını anlayabiliyorsun. Biz geyik yapmadık, “Geyik gibi görünen sistemli bir yapı” kurduk. En çok da bu galiba: Biz de başta nereye gideceğini bilmiyorduk ama hissettiğimiz yere gittik. O yüzden Gibi’nin yolu var ama haritası yok. Gidiyorsun.

 

“Cinayet Süsü” filminin senaryosu nasıl ortaya çıktı? 

Bizi yola çıkaran asıl düşünce şuydu: Yıllarca Hollywood’dan izlediğimiz seri katil hikâyeleriyle büyüdük. Hepsi çok sistematik, soğukkanlı, planlı katiller ama dönüp kendi ülkemize bakınca böyle bir figür yok. Bizde işler daha farklı, birine “seri katil” demek yerine “meczup”, “sarhoş”, “bunalıma girmiş” falan deniyor. Adını koyamıyoruz. Bu fark çok ilgimizi çekti. Dedik ki, Türkiye’de gerçekten bir seri katil çıksa ne olur? Polis ne yapar, toplum nasıl tepki verir? Çünkü biz bu duruma kültürel olarak hazırlıklı değiliz. Tüm bilgilerimiz filmlerden, dizilerden. O yüzden de mesele sadece katil değil; bizim bu kavrama ne kadar yabancı olduğumuzdu. Film boyunca da bu yabancılığı gerçekçi ve aynı zamanda absürt şekilde anlatmaya çalıştık. Çünkü bizdeki sistem, o bildiğimiz polisiyelerden çok başka işliyor.

 

Güldürürken düşündürmek sizin için planlı mı, doğal mı?

Ben aslında önce kendimi güldürüyorum. Çünkü bir şeyi ben yazarken gülmediysem, başkasının da gülmesini beklemem ama gülme dediğim, öyle kahkaha falan değil. İçimden bir “hıh” geçiyorsa, orada bir şey var demektir. Şimdi, düşündürmek kısmı da biraz mecburen oluyor. Çünkü bizde mizah genelde ya çok yüzeyde kalıyor ya da fazla mesajlı oluyor. Ben ikisini de sevmem. Mizahın özü zaten insanın zayıflığını, saçmalığını, çelişkisini ortaya çıkarmak. Bu da otomatik olarak düşündürür. Yani bir adam çöp kutusuna girip otoriteyle tartışıyorsa, bu bir yandan komiktir ama bir yandan da “Biz neden böyleyiz?” dedirtir. Oradaki düşünce, esprinin içine gömülüdür, üstüne basmam. Bulan alır, bulmayan zaten eğlenir. Ben mizahı bir taşıyıcı olarak görüyorum. Asıl yük içinde gizli. Gülünce kafandaki bariyerler düşüyor, savunmasız kalıyorsun. O savunmasızlıktan içeri bir düşünce sızarsa, tamamdır. Ama ben o düşünceyi senin kafana sokmaya çalışmam. Mizah zaten yapacağını yapar. 

Düşündürmek niyet değil, yan etkidir. benim sahnelerimde ya da canlandırdığım karakterlerde çoğu zaman gülünç olan şey, aslında çok trajik bir şeye temas eder. Ama bunu direkt söylemem ve göstermem. Mesela Gibi dizisinde Yılmaz karakteri, bir bürokrasiyi, düzeni, geleneği, mantığı sorgularken bunu bağırarak yapmaz. Tam tersine, olağan dışı bir durumun içinde, olağan bir ısrarla yer alır. Bir örnek vereyim sana, Yılmaz'ın “evrak” peşinde koştuğu bir bölümde, belgeyi almak için sürekli mantıksız yerlere yönlendirilmesi, ilk bakışta basit bir devlet dairesi eleştirisi gibi görünür ama sahnenin içinde dikkatli bakınca başka bir şey daha görürsünüz: Karakterin sistemle mücadelesi aslında çaresizliğin karikatürüdür. Güleriz, çünkü saçmadır. Ama sonra, “Ben de geçen hafta böyle saçma bir şey yaşadım.” dediğimiz anda, o gülme düşünceye dönüşür. İşte Feyyaz oraya oynar. Bilinçli bir dönüşüm değil bu; duygu akışıyla olur.

 

Türk sinemasında “Bu durum değişmeli.” dediğiniz bir şey var mı?

Sektörel bazda net bir tespit yapabilecek bir konumda değilim açıkçası. Ben öncelikle kendimi bir yazar olarak görüyorum. Hikâyeler, karakterler, durumlar ilgilendiriyor beni. “Sinemamızın şu yapısı problemli.” demek benim haddime değil ama şunu söyleyebilirim: Türk sinemasının daha fazla risk alması gerektiğini düşünüyorum. Örnek vermem gerekirse, Ölümlü Dünya filminde beni başrole koymak, bence büyük bir riskti. Kimse beni oyuncu olarak düşünmüyordu, hatta ben bile. Ama yönetmenler cesur davrandı, farklı bir tercih yaptı ve bu da iyi bir sonuç verdi. Böyle şeylerin çoğalması gerekiyor. Yani alışılmış kalıpların dışına çıkılmalı. Sektör, ispatı yapılmamış insanlara da alan açmalı. Yeni şeyler ancak böyle bulunuyor.

 

Son olarak, özellikle gençlere ya da sizin gibi yazmak, üretmek isteyenlere bir tavsiyeniz var mı? 

Tavsiye vermek zor iş. Çünkü herkesin hayatı başka, herkesin ritmi, kafası farklı. Ama şunu söyleyebilirim: Başkası sizi anlamıyor diye kendinizi bırakmayın. Ben yıllarca kimseye bir şey beğendiremedim. Yazdıklarım geri döndü, çizdiklerim anlaşılmadı. Ama bir yerden sonra şunu farkettim: Kendini ikna edemediğin bir şeye başkasını hiç ikna edemezsin. O yüzden önce kendine inanman lazım. Bir de sabır. Herkes hızlı olmak istiyor ama bazı şeylerin pişmesi gerekiyor. Bekleyeceksin, yine yazacaksın, yine kimse okumayacak ama bir gün biri okuduğunda hazır olacaksın. Mizah, sanat, hikâye… Bunlar içerden gelen şeyler. İçini susturmazsan, bir gün bir yerlerde karşılık bulur. Bulmazsa da sorun değil. En azından kendini anlatmış olursun. O da az şey değil.

 

Kendine özgü mizah diliyle hem yazarlık hem oyunculuk alanında fark yaratan Feyyaz Yiğit’le üretim sürecini, bakış açısını ve yaratıcı dünyasını konuştuk. Onu dinlerken sadece bir sanatçıyı değil, aynı zamanda dünyayı farklı algılayan bir insanı tanıma fırsatı bulduk. Bu keyifli röportaj için kendisine teşekkür ederiz.

 

Haber: Yasin Ateş

 

EN ÇOK OKUNANLAR

DÜNYA ŞAMPİYONU MÜCAHİT KULAK: “DURMAK YOK, RİNGE DEVAM”

  Dünya şampiyonluğu, spor dalında en iyi olanın taşıdığı prestij ve ...

TARİHE TANIKLIK EDEN MÜZE ‘‘ULUCANLAR CEZAEVİ MÜZESİ’’

Ankara Merkez Kapalı Ceza ve Tutukevi (Ulucanlar Cezaevi), 1925 ve 2006 yılları ...

HAYVAN DOSTLARIMIZDA KAN PARAZİTİ HASTALIĞI

  Her canlı dönem dönem sağlık sorunları yaşamaktadır. Bu sağlık sorunlarının ...

OSMANLI’DAN GÜNÜMÜZE SOSYAL YARDIMLAŞMA VE DAYANIŞMA

  Osmanlı İmparatorluğu'nda sosyal yardımlaşma ve dayanışma kültürü, toplumun temel değerlerinden ...

KADINLARIN VAZGEÇİLMEZ GİYSİSİ: KIRAS-FİSTAN

  Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ne ait birçok yerde yıllardır ...

TOPRAĞIN BİLİMİ PEDOLOJİ

  İnsan ve diğer tüm canlıların hayatına devam edebilmesi için toprak ...

EN YÜKSEK SUÇ ORANI NEDEN AYDIN’DA?

  Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), her yıl olduğu gibi bu yıl ...

İNCİR BİR MEYVE Mİ ÇİÇEK Mİ?

  Aydın deyince aklımıza ilk incir, incir deyince de aklımıza ilk ...

ESKİ BİR TÜRKMEN ENSTRÜMANIN YENİDEN DOĞUŞU: ERBANE

  Eski çağlardan beri ritim ve müziğin vazgeçilmez bir enstrümanı olan ...

SIK RASTLANIP AZ BİLİNEN HASTALIK: KURDEŞEN

  Vücudumuzda bir bölge kaşındığı zaman hafife alır, kaşıyıp geçmesini bekleriz. ...

Aydın Adnan Menderes Üniversitesi
İletişim Fakültesi / Gazetecilik Bölümü

Öğrenci Uygulama Haber Sitesi
+90 256 218 20 00