Aydın Adnan Menderes Üniversitesi
İletişim Fakültesi / Gazetecilik Bölümü

Öğrenci Uygulama Haber Sitesi


BİR AVUÇ TOPRAKTA ÖZÜNÜ BULMAK

17.11.2025
Yaşam

 

Köyden kente göçle birlikte doğadan uzaklaşan insan, beton binalar arasında kendini yeniden arıyor. Toprakla kurulan bağ, köklerimize dönme arzumuzun bir temsili mi?

 

Yüzyıllar boyunca doğayla iç içe yaşayan insanoğlu, 19. yüzyılın sonlarına doğru yaygınlaşan apartman kültürü ile birlikte doğadan uzaklaşıp kent yaşamına yöneldi ancak şehir hayatının hızlı temposu, modern yaşamın getirdiği stres ve yalnızlık, insanları yeniden doğaya yöneltiyor. Bugün balkonlarımızda filizlenen saksılar, bu arayışın en somut yansımalarından biri.  Kimileri için bu küçük saksılar doğayla yeniden bağ kurmanın bir yolu, kimileri içinse kent yaşamının yoğun temposundan uzaklaşıp nefes alabilecekleri bir çeşit uğraş. Bu bağlamda, şehir yaşamı içinde toprakla bağını koruyan bireylerle yaptığımız röportajda “üretmenin verdiği mutluluk” ve “apartman kültürünün ardından doğaya duyulan özlem” temalarını ele aldık. Konuyu bilimsel açıdan değerlendirebilmek adına, Hacettepe Üniversitesi Psikoloji Bölümü mezunu Psikolojik Danışman Fadime Çağın ve Haliç Üniversitesi Psikoloji Bölümü mezunu Uzman Psikolog Özge Çelik ile görüşme sağladık. Psikolog Çağın ve Çelik, üretme eyleminin insanda uyandırdığı haz ve doğayla temasın ruhsal etkileri üzerine psikolojik bir değerlendirme yaptı.

 

Şehrin ortasında filizlenen hayatlar

Şehir yaşamında üretmenin birey üzerindeki anlamı ve toprağa temas etmenin duygusal etkileri nelerdir? Bu merakla sokağa çıktık ve evde üretim yapan bireylere sorduk. İlk yanıt 76 yaşındaki ev hanımı Ayşe Yıldırım’dan geldi, Yıldırım yaklaşık 60 senedir Aydın şehir merkezinde ikamet eden biri olarak: “Toprakla, çiçeklerle uğraşmak bana çok iyi gelse de evimin konumu yetiştirmeme pek el vermiyor, ancak köyde doğup, bahçelerde büyümüş birisi olarak o dönemleri özlemle anıyorum. Köy hayatını daha samimi ve yaşanabilir buluyorum.” diyerek köy hayatına duyduğu özlemi dile getirirken, şehir hayatının stresinden uzaklaşıp yeniden köye dönmenin hayalini kurduğunu belirtti. Yıldırım’ın ardından görüştüğümüz diğer isim Sacide Anıl oldu. Anıl, “Ben evimde üretim yapıyorum ve toprakla uğraştığım zaman kendimi daha huzurlu hissediyorum. Zamanımı telefonla öldürmek yerine çiçeklerimle geçiriyorum ve bu ruhuma iyi geliyor. Ayrıca bazı ürünleri dışarıdan satın almak yerine kendi balkonumda yetiştirmeyi tercih ediyorum.” ifadelerini kullandı. Bu duyguların altında yatan bilimsel nedeni anlamak adına Psk. Dan. Fadime Çağın’a “Kendi emeğiyle bir şey yetiştirmenin insanda yarattığı mutluluğun psikolojik temeli nedir?” sorusunu yönelttik. Çağın şöyle yanıtladı: “İnsan beyninde bulunan nörotransmitterler ya da bilinen adıyla sinir hücreleri (nöronlar) sinyal göndererek uyaran görevi görürler, bir nevi nöronlar arasında mesaj taşıyıcılığı yaparlar. Nörotransmitterler, bir işi başarıyla tamamladığımızda veya hedefe ulaştığımızda dopamin (mutluluk hormonu) dediğimiz hormonun salgılanmasını sağlar. Dopamin ise kişiye mutluluk ve tatmin hissi yaşatır. Aslında sorunun yanıtı da tam bu noktada gizli.  Üretmek bir süreçtir ve bu süreç emek, sabır, ilgi gerektiriyor. Sürecin sonunda ortaya çıkan ürün ile sonuca ulaşmış oluyoruz ve elde ettiğimiz sonuç beynimizde dopamin salgılanmasına neden oluyor. Bir bitkiyi yetiştirdiğimizde ve sonucunu gördüğümüzde hissettiğimiz mutluluk, bedenimizin bu nörokimyasal tepkisiyle doğrudan ilişkilidir.” Çağın’ın bu açıklamaları, üretmenin insan psikolojisi üzerindeki olumlu etkilerini gözler önüne seriyor. Çelik’de bu soruya benzer şekilde yanıt verdi: “Kendi emeğiyle bir şey yetiştirmek; özerklik, yeterlik ve aidiyet ihtiyaçlarımızı doğrudan besler. Emek verip sonuç aldığımızda başarma duygusu aktive olur. Kontrol duygusu güçlenir; kişi “bir şeyleri değiştirebiliyorum” hissini yaşar. Ayrıca tohumun filizlenmesi, kişinin içsel dünyasında umut ve canlılık duygularını da besler. Bu nedenle üretim, sadece fiziksel bir süreç değil, aynı zamanda psikolojik bir iyilik halidir. İnsanların daha çok doğayı ve doğadan elde ettiklerini tükettiği düşünüldüğünde; tükettiği kadar yerine koyabilmesi de doğanın kendini yenileyebilmesi açısından gereklidir ve bizler de böylelikle doğanın döngüsüne katılım sağlamış oluruz.” Tüm bu değerlendirmeler, üretmenin hem bireyin ruhsal bütünlüğünü destekleyen hem de doğayla olan bağını güçlendiren çok yönlü bir iyilik hali sunduğunu ortaya koyuyor.

 

Doğada olmak yuvada olmak demek

Toprağa dokunmak yalnızca bir hobi değil, insanın doğayla kurduğu kadim bağın bir yansıması. Şehir yaşamının yoğun temposundan bunalanlar, toprakla uğraşarak anda kalıyor. Peki, bu durum bir tür terapi olarak değerlendirilebilir mi? Üretmek, doğayla temas etmek stresi azaltmada gerçekten etkili bir yöntem mi? Bu soruları Uzm. Psk. Çelik’e ve Psk. Danışman Çağın’a yönelttik. Çelik: “Kesinlikle evet. Buna psikolojide hortikültürel terapi (bahçe terapisi) denir. Toprakla uğraşmak: Sakinleştirici bir ritim yaratır, duyuları düzenler, anksiyeteyi azaltır, kişiyi anda tutarak mindfulness (bilinçli farkındalık) etkisi yaratır. Stresle baş etmede etkili bir yöntem olmasının nedeni, zihni sürekli ‘yapılacaklar, kaygılar, sorumluluklar’ döngüsünden çıkarıp bedeni ve duyuları merkeze almasıdır. Aslında doğayla kurulan her temas, bir onarma ve iyileştirme hareketidir. Çünkü bireyin özüne dönmesine yardımcı olur.” şeklinde ifade ederken, Psk. Danışman Çağın’ın bu konu hakkındaki görüşleri   farklıydı: “Doğaya dokunmak, stresle baş etmede uygulanabilecek yöntemlerden biridir ancak terapi olarak adlandırmak pek doğru olmaz. Evet, toprakla uğraşmak bize iyi geliyor ve bunun pek çok sebebi var: Biz milyonlarca yıl doğada yaşadık ve insanlık evrimini doğada gerçekleştirdi, doğada doğduk, doğada doyduk. Yani biz bugüne doğadan geldik ancak son 50 yılda yaygınlaşan apartman kültürü ile birlikte yaşamlarımız topraktan uzaklaştı. Bizler, doğada vakit geçirebildiğimizde kendimizi daha güvende hissediyoruz çünkü doğada olmak bizim için yuvada olmak, özümüze dönmek demek. Bu nedenle toprağa temas ettiğimizde çok tanıdık bir şeye temas etmişiz gibi hissederiz.” Çağın, insanların da diğer canlılar gibi doğanın bir parçası olduğuna ve doğal yaşam koşulunun apartman olmadığına vurgu yaparken; Çelik’in aksine, insanların doğayla vakit geçirdiklerinde daha rahatlamış hissetmelerini tam anlamıyla “terapi” olarak nitelendirmenin doğru olmayacağını belirterek, bu durumu mindfullens (bilinçli farkındalık) olarak tanımlamanın daha uygun olacağını ifade etti. Bunun nedenini ise şöyle açıkladı: “Toprağa dokunduğumuzda parmaklarımızın temasını hisseder, toprağın kokusunu içimize çekeriz, bu sırada hafızamızda o kokuya eşlik eden anılar canlanır. Yani toprakla uğraştığımızda birden fazla duyuyu aynı anda yaşarız, bu da bulunduğumuz o anda sabit kalmamızı, ânı hissetmemizi sağlar. Tüm bu eylemleri farkında olarak kendi irademizle yapmak, yaşadığımız ânı daha derin ve anlamlı kılar. İnsana iyi gelen ise, bu bilinçli farkındalık hâlidir” diyerek, günümüzde duyulan köy yaşantısı özleminin ve doğaya dönme arzusunun temeline indi. Özge Çelik bu durumun bir nevi  ‘terapi’ olarak adlandırabileceğini söylerken, Fadime Çağın toprağın insana iyi gelmesi durumunun tamamen bilinçli farkındalık hâli olduğu  görüşündeydi. 

 

Toprağın kokusu hafızayı uyandırıyor:

Röportajımıza katkıda bulunan bir diğer isim 52 yaşındaki ev hanımı Nermin Uzun oldu, Uzun, geçmişe duyduğu özlemi ve toprak kokusunun çocukluk anılarını çağrıştırdığını dile getirdi. “Bitki yetiştirmeyi çok seviyorum ve evimde çeşitli bitkiler yetiştiriyorum, toprak kokusu bana köyde geçirdiğim çocukluk günlerimi hatırlatıyor, o döneme büyük bir özlem duyuyorum” Nermin Uzun’un bu ifadesi, koku duyumuz ile hafızamız arasındaki güçlü bağı örneklendiriyordu. Psikolog Çağın, aradaki bu bağın açıklamasını şöyle yaptı: “Toprakla uğraştığımızda, görme, dokunma ve koklama duyuları devreye girer ve duyu organlarımız aynı anda çalışmaya başlar. Bu kadar çok duyu organının aynı anda çalışması hafıza deneyimlerimizi tetikliyor. Bu durumun bilimsel olarak da açıklaması vardır, bilindiği üzere koklama duyusunun aktif olduğu beyin bölgesi ile hafıza merkezi birbirine oldukça yakındır. Bu nedenle koku duyusu, hafızayı en hızlı şekilde harekete geçiren duyu olarak öne çıkar. Bir çiçeği kokladığımızda, hafızamızın tetiklenmesi ve o çiçekle ilgili bir anımızın canlanması da bu durumun en doğal örneğidir.” Çelik de konuyu benzer bir noktadan ele aldı: “Bu, bilinçaltında sadelik, güven, köklenme, aidiyet ihtiyacına işaret eder. Çocukluk aslında bir masumiyetin sembolüdür ve çocuklar modern dünya tarafından henüz şekillendirilmedikleri için özlerine daha yakındırlar. Toprakla uğraşmak da o dönemdeki güvende olma, ait hissetme, yavaşlama, temas etme ihtiyaçlarını tetikleyebilir. Ayrıca insanın kökeni doğadır; toprakla temas etmek, bilinçdışında “eve dönme” duygusu uyandırır. Çünkü modern dünya ve yaşamın akış hızı insanları bedensel ve duygusal doğalarından uzaklaştırabilir. Bu açıdan bakınca toprakla temas basitliğe, doğallığa, yavaşlığa, Bedenin sezgisel bilgeliğine geri dönüşü simgeler. Bu yüzden toprak, çoğu kişi için bilinçdışında ‘eve dönüş’, ‘kendine dönüş’ anlamına gelir.” Çağın ve Çelik’in  bu açıklamalarından yola çıkarak, toprakla temas ettiğimizde aynı zamanda geçmişimize, anılarımıza ve içsel benliğimize de temas ettiğimizi söyleyebiliriz. 

 

İnsan doğadan uzaklaştıkça ruhen zayıflıyor mu?

Doğada vakit geçirmek beynimizde mutluluk ve tatmin duygusunu tetikleyen serotonin, dopamin, oksitosin gibi kimyasalların salgılanmasını sağlıyor. Bu nedenle doğayla temas, bireylere sadece keyif vermekle kalmıyor, aynı zamanda duygusal sağlamlık kazandırıyor. O halde, doğadan uzak kaldığımızda ruhsal direncimiz zayıflıyor diyebilir miyiz? Katkılarıyla röportajımızı zenginleştiren Fadime Çağın ve Özge Çelik bu soruyu şöyle yanıtladı: Çelik’e göre insan her anlamda doğaya ait bir varlık olmasına rağmen, doğayı kendisine aitmiş gibi görme eğilimi bireyin doğadan uzaklaşmasına ve yalnızlaşmasına yol açıyor. Bu uzaklaşma, psikolojik dayanıklılığı ve duygusal esnekliği zayıflatırken beden-zihin uyumunu da bozuyor. Doğadan kopan birey giderek zihnine sıkışıyor ve bu durum ruhsal yükleri artırıyordu. Çelik konu ile ilgili şunları söyledi: “Doğanın iyileşmesiyle insanın iyileşmesi birbirinden ayrı değildir ve insanın özü ile kurduğu bağ içsel inancını güçlendirerek hem yeryüzüne hem de kendimize karşı daha şefkatli bir varoluşun kapısını aralar.”  Fadime Çağın da konuya benzer bir çerçeveden yaklaşıyordu: Çağın, “Sirkadiyen ritim, olarak adlandırılan bir kavram var, bilinen adıyla biyolojik saat. Bu kavram vücudumuzun 24 saatlik bir gün döngüsüne göre işleyişini ifade eder: kaçta uyuyup uyandığımız, ne zaman yemek ihtiyacı hissettiğimiz gibi rutinlerimizi yönetir. İnsanlık yüz binlerce yıldır doğada yaşadığı için bu ritim, güneşin doğuşu ve batışıyla uyumlu şekilde çalışır. Sirkadiyen ritmi güneşle uyumlu çalıştığında ruh halimiz daha dengeli oluyor ancak güneşten ve doğadan uzaklaşıp evlerimize hapsolduğumuzda bu biyolojik döngü bozuluyor. Apartman yaşamının yaygınlaşması ile birlikte doğadan uzaklaşan bireyler, kapalı mekanlarda uzun süre kalmaları halinde ruhsal açıdan da farkında olmadan zayıflayabilmektedir. Bu açıdan baktığımızda doğada olmak aynı zamanda bize duygusal sağlamlık da getiriyor çünkü günlük yaşamın stresi, kaosu ve belirsizliği içerisinde doğanın sakinliği, dinginliği ve küçük uyaranlar verme hâli vücudumuzu yavaşlatarak bir nevi meditasyon etkisi yaratıyor.” Çağın bu sözlerinin ardından, evlerimizin balkon ve pencerelerinde bitki yetiştirmeyi deneyerek doğayla bağ kurabileceğimizi hatırlatıyor ve bireylere bu küçük uygulamaları yaşamlarına dahil etmelerini öneriyor. 52 yaşındaki Meryem Özyılmaz, bu açıklamanın adeta bir örneği niteliğinde. Geçimini çiçek satarak sağlayan Özyılmaz, röportajımız için bizi iş yerinde ağırladı. Bitkilerle ve toprakla çocukluğundan bu yana iç içe olduğunu ve bunu sadece bir iş olarak yapmadığını belirten Özyılmaz şunları söyledi: “Bitkilerle vakit geçirmek bana çok keyif veriyor. Çiçek satışı yapmaya başlamadan önce de evimde bitkiler yetiştiriyordum; zamanla bu sevgimi işe dönüştürdüm. Gün boyunca çiçeklerin arasında çalışmak, toprağa dokunmak; enerjik ve huzurlu hissetmeme yardımcı oluyor. İşimin her aşamasından keyif alıyorum.” Böylece, Özyılmaz sadece bir meslek icra etmekle kalmıyor; aynı zamanda toprak ve doğa sevgisini günlük yaşamına ve işine yansıtarak, şehirde doğayla bağ kurmanın mümkün olduğunu da gösteriyor.

 

Bir tohumun filizlenmesi, anne karnındaki bir bebeğin gelişimine benzer. Nasıl ki anne, bebeğini dış dünyanın tehlikelerden koruyarak büyütüyorsa, insan da yetiştirdiği bitkiye aynı özeni gösteriyor. Sonunda ise doğa, bu emeğin karşılığında bizleri ödüllendiriyor. Şehir hayatının yoğun temposuna rağmen insan ile doğa arasındaki bu bağı devam ettirmeyi başaranlar, yalnızca toprağı değil ruhlarını da besliyor çünkü aslında insan, toprağa emek verdikçe kendi iç dünyasını da yeşertiyor. Röportajımızı, Özge Çelik’in konuya dair son yorumuyla noktalıyoruz: “Doğanın iyileşmesiyle insanın iyileşmesi birbirinden ayrı değildir. İnsan, özüyle kurduğu bağ güçlendikçe hem yeryüzüne hem de kendine karşı daha şefkatli bir varoluşun kapısını aralar. Doğayla kalın.” Röportajımız boyunca görüş ve değerlendirmeleriyle çalışmamıza değer katan Psikolojik Danışman Fadime Çağın ve Uzman Psikolog Özge Çelik’e teşekkürlerimizi sunuyoruz.

 

Haber: Esma Nur Yüksekoğlu

Fotoğraf: Sedanur Alkan

 

EN ÇOK OKUNANLAR

DÜNYA ŞAMPİYONU MÜCAHİT KULAK: “DURMAK YOK, RİNGE DEVAM”

  Dünya şampiyonluğu, spor dalında en iyi olanın taşıdığı prestij ve ...

OSMANLI’DAN GÜNÜMÜZE SOSYAL YARDIMLAŞMA VE DAYANIŞMA

  Osmanlı İmparatorluğu'nda sosyal yardımlaşma ve dayanışma kültürü, toplumun temel değerlerinden ...

TARİHE TANIKLIK EDEN MÜZE ‘‘ULUCANLAR CEZAEVİ MÜZESİ’’

Ankara Merkez Kapalı Ceza ve Tutukevi (Ulucanlar Cezaevi), 1925 ve 2006 yılları ...

HAYVAN DOSTLARIMIZDA KAN PARAZİTİ HASTALIĞI

  Her canlı dönem dönem sağlık sorunları yaşamaktadır. Bu sağlık sorunlarının ...

EN YÜKSEK SUÇ ORANI NEDEN AYDIN’DA?

  Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK), her yıl olduğu gibi bu yıl ...

KADINLARIN VAZGEÇİLMEZ GİYSİSİ: KIRAS-FİSTAN

  Doğu Anadolu ve Güneydoğu Anadolu Bölgesi’ne ait birçok yerde yıllardır ...

İNCİR BİR MEYVE Mİ ÇİÇEK Mİ?

  Aydın deyince aklımıza ilk incir, incir deyince de aklımıza ilk ...

TOPRAĞIN BİLİMİ PEDOLOJİ

  İnsan ve diğer tüm canlıların hayatına devam edebilmesi için toprak ...

ESKİ BİR TÜRKMEN ENSTRÜMANIN YENİDEN DOĞUŞU: ERBANE

  Eski çağlardan beri ritim ve müziğin vazgeçilmez bir enstrümanı olan ...

SIK RASTLANIP AZ BİLİNEN HASTALIK: KURDEŞEN

  Vücudumuzda bir bölge kaşındığı zaman hafife alır, kaşıyıp geçmesini bekleriz. ...

Aydın Adnan Menderes Üniversitesi
İletişim Fakültesi / Gazetecilik Bölümü

Öğrenci Uygulama Haber Sitesi
+90 256 218 20 00